Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir.
– Seneca
Ne kadar da şanslıyız(!)
Düşe düşe saf, katıksız acıdan yapılma bir gezegene düşmüşüz. Bir de öyle bir evirilmişiz ki… Ne kadar bilinçlenirsek bilinçlenelim, tabiatımız gereği yaşamdan kopamıyoruz. Tam tersine, bir gün daha fazla yaşamak için yapmayacağımız bir şey yok neredeyse.
Ne var ki, dünyanın gerek iç, gerekse dış çeperi ilmek ilmek acıyla örülmüş. Acıdan nasiplenmeyen tek bir canlı türü yok. İnsanoğlu desen, hepten acıyla kuşatılmış zaten.
Bazen düşünüyorum da, acaba fi tarihinde yaşayan Avcı-Toplayıcılardan biri olsaydık hayatımız daha mı eğlenceli olurdu, ya da Antik Yunanistan da yaşayan bir Romalı, Orta Çağ’da yaşayan bir şövalye yahut da Makedonya dağlarında eşkıya kovalayan bir İttihat ve Terakki fedaisi olsaydık hayatımız daha mı değerli olurdu?
Gerçi 21. Yüzyıl alışkanlıklarımızı ve konforlu yaşamlarımızı göz önünde bulundurduğumuzda zor olacağı aşikâr fakat o dönemde hayata gelseydik ömrümüz günümüze kıyasla kısa olsa bile daha eğlenceli olabilirdi.
Düşünsenize, nüfus az, hava temiz, insanlar tam anlamıyla doğadan kopmamış, ağaçlık alanlar bol, denizler temiz, göller berrak, dereler bakir, keşifler odak noktasında ve sanırım hepsinden önemlisi, kapitalizm icat edilmemiş henüz. Böyle bir dünyada yaşamak, günümüze kıyasla daha eğlenceli olmaz mıydı?
Ne de olsa 21. Yüzyılda dünya iyice monotonlaştı ve sanki herkesin üzerine bir karabasanın ağırlığı çöktü.
Baksanıza, uzun zamandır “ses getirecek” yeni bir akım bile peyda olmuyor. İnsanoğlu hâlâ eskilerin mirasını tüketmekle meşgul. Arada bir, müstesna isimler çıksa da müzikten sinemaya, edebiyattan felsefeye kadar bu böyle.
Ve “pandemi” ile birlikte insanların şirazesi hepten kaydı sanki. Umutsuzluk, vurdumduymazlık, duyarsızlık, güvensizlik, benmerkezcilik ve bezginlik had safhaya ulaştı.
Ama elbette, bu krizde sonlanacak…
Nasıl olsa çok matah bir şeymiş gibi dünya dönmeye devam ediyor ama şu bir gerçek ki, insan
denen yaratığa bir curcuna şart.
Fransız varoluşçularının önemli isimlerinden biri olan Jean Paul Sartre’nin düşüncesinden hareketle insan neslinin, anlamsız, amaçsız ve hamuru türlü saçmalıklarla yoğrulmuş bir gezegende varoluşunu devam ettirebilmesi için bir şeylerin ucundan tutması zaruri bir ihtiyaç. Yoksa kişinin, hiç şüphesiz, can sıkıntısından panik atak ya da menenjit geçirmesi işten bile değil.
Öyle ki, insanoğlunun çilesi ebedi. Asla sonlanmayacak. Yarın, hiç şüphesiz, yeni sorunlarla cebelleşirken bulacak kendini.
Bu nedenle, anlamsız bir hayatı anlamlı bir hale getirebilmek için kendimizi bir şeylere adamamız gerekiyor. Kaldı ki bu, son derece zararlı bir şey olsa da.
Acı, keder, hüzün… Bu hayatın gerçeği… Bunu kabullenmek lazım…
Hayatım bir film şeridi hızıyla gözlerimin önünden geçiyor ve duyumsadığım yegâne şey acı ve hüzün oluyor.
Mutlu anlarla dolup taşan hatıralarımın çokluğu göze batsa da son kertede benim de gerçeğim bu. Hüzün ve keder kimseye ayrıcalık tanımıyor, kimseye iltimas geçmiyor maalesef, acının nüfuz etmediği bir bellek yok.
Yitirdiklerimiz, pişmanlıklarımız, hatalarımız, keşkelerimiz…
Bazı şeyleri -bunlar son derece acı deneyimlerde olsa da- tecrübe etmeden noktalanmıyor yaşam. Ne de olsa yaşayarak öğreniyoruz, ateşin düştüğü yeri yaktığını…
Istırap hakikatin yoludur, hayatı ve seciyeleri yükseltir ve her ıstırabın öğrettiği bir şey vardır muhakkak. En basitinden kendi acımız bize başkalarınınkini bölüşmeyi öğretir, empati kanalını açar. Kim bilir, belki de Dostoyevski’nin dediği gibi, acı da hazların en tatlısı saklıdır. Ya da Aeskhylos’un deyimiyle, tatlı şeyler sonu iyi biten acılardır.
Haftaya görüşmek üzere.
Esen kalın..
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.