İnsan, kendini hiçbir yerde, karıncalar gibi kaynaşan kalabalığı yarıp geçtiği zamanki kadar yalnız hissedemez.
Goethe
Şehirler büyüdükçe, yürekler küçülür derler… Eski atasözleri ne kadar da doğru.
Deyim yerindeyse, büyüdükçe küçülüyor, çoğaldıkça ters orantılı olarak yalnızlaşıyoruz.
Doğruyu söylemek gerekirse insanoğlu kendi elleriyle besleyip büyüttüğü ve adını şehir koyduğu bu beton jangılının içinden ihtişamla yükselen gökdelenlerin arasında sıkışıp kaldı.
Ve şimdi, Shakespearevari bir deyimle, yalnızlığımızla çoğalıp kalabalıklarımızla eksiliyoruz. Ve öylesine kalabalık ki yalnızlığımız ne yana dönsek kendimize çarpıyoruz.
Geçenlerde, sosyal medyada, “İstanbul’a vize uygulaması” gerektiği konusunda bir tartışmaya tanık oldum. Bu konudaki görüşlerimi şimdi burada açıklamak istiyorum. Belleğim beni yanıltmıyorsa eğer, bu parlak(!) fikri ortaya atan -ya da hortlatan- Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dı. Ama bu istenç anayasanın “yerleşme ve seyahat hürriyeti” maddelerine düpedüz tezat oluşturuyordu. Netice itibariyle bir süre yoğun olarak gündemi meşgul etse de, yerini hızla çok daha berbat haberlere bırakarak kısa sürede gündemden düştü. Üstelik, yeri gelmişken söyleyeyim; vaktiyle bu uygulama iç göçü, özellikle de İstanbul’un nüfusunun artmasını önlemek için II. Mahmut tarafından uygulanmış, İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte kaldırılmıştı.
Murat Bardakçı’nın aktardığı bilgilere göre; Memleket içinde seyahat etmenin izne bağlı olduğu eski devirlerde, bir vilâyetten diğerine gidecek olanlar ‘‘mürur tezkeresi’’ yani yurtiçi pasaport almadan yola çıkamazlardı. Denetimler 18. yüzyılın sonlarına kadar sıkı bir şekilde uygulanmış, uygulama daha sonraları biraz gevşemiş ama ‘‘mürur tezkereleri’’ 1908 Meşrutiyet’ine kadar yürürlükte kalmıştı. Tezkeresiz seyahate kalkışanlar daha kendi şehirlerinin sınırına geldikleri anda geri yollanırlar, bir yolunu bulup başka bir şehre gidebilmeleri halindeyse dönmeleri neredeyse imkânsız olurdu. İstanbul’un idarecileri göçün önlenmesi için o kadar sıkı bir kontrol uygulamışlardı ki, sadece izinsiz gelenlerin değil, şehirden izinli olarak ayrılanların dönmesine bile engel olunmuş, bu kişiler İstanbul’daki evlerine dışarıda aylarca bekledikten sonra, ancak padişahtan gelen emirlerle kavuşabilmişlerdi.
Ama gelin görün ki, Osmanlı’nın İstanbul’a uyguladığı vize 1908 Meşrutiyet’iyle kalkmıştı ama 1920’nin 18 Mart’ında çöken kâbuslu işgal günlerinde aynı vize yeniden geldi. Vizeyi artık saray yahut eski zamanların bir çeşit emniyet müdürü olan ‘‘subaşı’’ değil, Osmanlı başşehrini işgal etmiş olan İtilâf Devletleri’nin temsilcileri veriyordu.
Lafı daha da dolandırmayayım…
Artık lafı nereye getirmeye çalıştığımı anlaşmışsınızdır belki.
Haftaya görüşmek üzere
Esen kalın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.