“Keşke kendi ormanımda kalsaydım da açlık, susuzluk ve sıcağın ötesinde bir şey hissetmeseydim.”
Frankenstein – Mary Shelley
Neden hep eskiyi özler ki insan?
Hiç kuşkusuz bu duygunun altında genellikle çocukluk dönemimize duyduğumuz özlem yatıyor. Bununla beraber aynı zamanda bizi karşılıksız sevgisi ile sarıp sarmalayan, huzuru ve güveni hayatımızdan eksik etmeyen ebeveynlerimiz ile, bizi biz olduğumuz için seven çocukluk arkadaşlarımız ve henüz kirlenmemiş olan benliklerimize duyduğumuz özlem de cabası.
Değerli Didem Tınaroğlu’nun da dediği gibi, yaşı yetenler hatırlar: Gaz lambası altında ders çalışmayı, kuyrukta tüp beklemeyi, sokağa çıkma yasaklı günlerde caddelerde top oynamanın zevkini, bir oda içinde ailece TV bile olmadan oturabilmenin keyfini.
Sahiden de, bir sobanın etrafında ailece ısınmanın keyfini, kızarmış kestane kokusunun huzurunu günümüzde ne doldurabiliyor ki?
Doğruyu söylemek gerekirse kendi ellerimizle kocaman bir hapishane inşa ettik. Adına da “sanal dünya” dedik. Şimdi tek yaptığımız şey, tüm gün pahalı telefonlarımız veya dizüstü bilgisayarlarımız ile gönüllü olarak içine hapsolduğumuz bu sahte dünyada birbirimize caka satmak.
Oysa eskiden böyle miydi?
Açıkçası bugüne kıyasla insanlar hemen her konuda çok daha içten ve samimiydi. İnsanların hatırı sayılır bir bölümünün düşünce ve davranışları örtüşüyordu. Kapitalizm henüz insanları tam anlamıyla ele geçirmediğinden olacak, insanların paraya pula değişmediği birtakım değerler vardı.
Evet, farkındayım. Günümüz penceresinden bakınca geçmişe dair yazılıp çizilenler kimi kulaklara tuhaf geliyor olabilir, ama ne var ki bizim jenerasyon ve bizden önceki kuşaklar bunları bizzat yaşadı, deneyimledi.
Ama gel gelelim, milenyumla birlikte büyü yavaş yavaş bozulmaya başladı. Ve belki de bizi biz yapan; yardımseverlik, misafirperverlik, komşuluk, saygı ve sevgi gibi yüzü iyi ve güzele dönük pek çok gelenek unutulmaya yüz tuttu.
Düzensiz nüfus artışı ve göç sayesinde, imar işleriyle uğraşan birkaç uyanık iş adamı, ucuza, neredeyse beleşe denebilecek fiyatlara arazi kapatarak şehirleri tanınmaz hâle getirdiler. Büyük şehirlerde gölgesine sığınılacak tek bir ağaç kalmadı neredeyse. Teknolojinin yanlış kullanımı insanların, özellikle de çocukların sanal dünyalara hapsolmasına yol açtı…
Vesaire vesaire…
Açıkçası, ranttan ve şahsi çıkarlarımızdan fırsat bulup da büyüme, şehirleşme ve teknoloji gibi bizim için yeni sayılabilecek gelişmeleri layıkıyla değerlendiremedik. Ve ortaya çıkan manzara bu oldu.
Öte yandan, M.Ö 535-475 yılları arasında Efes’de yaşamış olan filozof Herakleitos’un da dediği gibi, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Ama tüm değişimler bu denli sancılı veya tabiri caizse önüne çıkan her şeyi yıkıp geçen bir sel gibi yıkıcı olmak zorunda mı? Aristo’nun öngördüğü dengeyi tutturmak çok mu zor? İşimize böylesi mi geliyor yoksa?
Gerçek şu ki, geçmiş, bugünün güvenilmezliğini ispatladığı için bizi cezbetmeye devam ediyor hâlâ.
Ne var ki, bizi dünyanın acımasız gerçeklerinden korurcasına sarıp sarmalayan ebeveynlerimiz geride kaldı. Artık, pek çok korkunç şeye şahitlik etmiş, büyük, eski bir gezegende, önümüze çıkıp hayatımıza gölge eden zorluk ve engelleri tek başımıza aşmaya çalışıyoruz. Kuşkusuz bunların hepsi insanın geride bıraktıklarını saygıyla yâd etmesine yol açıyor. Geçmişe olan özlemi körüklüyor. Ya da şairin dediği gibi, biz büyüdük ve kirlendi dünya!
Haftaya görüşmek üzere
Esen kalın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.